Çulluk

Roman: Çulluk

Yazar: Mahmut Yesari

Yayınevi: Oğlak yayıcılık

Özet-Yorum : Şaheser Yılmaz

1935 yılında yazılan ilk işçi romanı olan Çulluk’u okumaya başladığımda nedense olayların fabrikada başlayacağını düşünmüştüm, bu nedenle roman buzlu bir kış gecesinde teke avıyla başlayınca hiç düşünmediğim soru o an aklıma geldi, işçi romanıysa adı neden Çulluk tu? Ve o soğuk kış gecesinde  teke avını bekleyen ihtiyar avcının emsalsiz çulluk betimlemesiyle nefesim kesildi…

Kitaptan alındı;

“-Çulluk avladınız mı hiç?

– Bir kaç kere…

– Anlıyorum, katı avcı yüreğiyle görür görmez tetiği çekip vurdunuz… Onu, gizlenip seyretmeli… Hava karlı, don… Su başlarında, dere kenarlarında yüksek, yalçın kağlar (yamaçlar) vardır, çulluk bütün gün yuvasından çıkmaz. Belki de çıkar dolaşır, ama göremezsin… Akşam tam gurupta, ufuk tatlı bir kızıllıkla kızarıp perde, perde solarken o, yuvasından dereye iner, su kenarındaki sazların, kamışların diplerini emerek karnını doyurur. Yattığı yer ne kadar temizse, yediği, içtiği de o kadar temizdir. Dere şayet donmamışsa su içtikten sonra gagasını, ayaklarını temizler ve fildişi, abanoz tarakla saçlarını tarayan bir gelin gibi gagasıyla omuz başlarını, kanatlarının, boynunun tüylerini tarar, süslenir… Evet süslenir! Suda aksini görürse, kendi kendine öyle bir kırıtışı vardır ki… Vurulduğu zaman avcıya bakmaz, sanki dargındır.

İhtiyar arkadaş derin göğüs geçirdi:

-Su çulluğu, öteki çulluklara benzemez. Uçuşları bile ayrıdır. Döne döne birçok devir yaparak uçar…Eti de ötekiler gibi kokutulmaz, taze yenir…Hatta kursağını bile temizlemeye lüzum görmezler.Öyle ya, biçarenin kursağına pis bir şey girdi mi?… Fazla tipilerde zavallı kara gömülür, o zaman elle canlı tutulur…Canlı!… Ne ala değil mi?…  Evet….Çok ala…

Yumruğuyla dizine vurdu:

Ben onu avlamaya tövbeliyim.

…………….

– Yine böyle bir karakıştaydı, İşte böyle bir bayram günüydü. … Benim de kısmetime canlı bir çulluk düşmüştü… Tuttuğum zaman biçarenin yürekçiği öyle çarpıyor, öyle çarpıyordu ki… Fakat onda kaçıp kurtulmak için ne bir gayret, ne bir çarpınma, ne küçük bir çırpınış, hiçbir hareket yoktu… Helecanlı bir teslimiyet o kadar… Birçok canlı kuş, hayvan tutmuştum, onu da hemen kesmeye kıyamadım ve ellerim arasında seviyor, temiz gagasını öpüyordum… Küçücük, yuvarlak gözlerinde bir kin, nefret yanıyordu. Boynunu iki parmağımla koparır, bıçağımla karnını yarabilirdim. Fakat o bir kuş gibi, bir hayvan gibi değil, aczini, zaafını anlamış, lakin her şeye rağmen vakarını muhafaza eden, hissiyatını saklamaya lüzum görmeyen, izzetinefis sahibi bir  esir gibi bakıyordu… Bir taşın üzerine çöktüm, göz göze bakışıyorduk… Yavaş, yavaş nazarlarındaki parıltı sönmeye başladı. Gözbebeklerindeki ışık söndü, gözleri kapanıverdi, başını asil bir infialle çevirdi… Yüreği halsiz, yorgun, yorgun çarpıyordu… Çok geçmedi, avuçlarımda ki hararet de azaldı…

İhtiyarın sesi titriyordu, elinin tersiyle gözlerini sildi.

– Çulluk ölmüştü…

Çulluk sağ tutuldu mu, çok yaşamaz ölür.

– Korkudan mı, helecandan mı? Yeisten, aczini kabul etmeyişinden mi bilmiyorum…

Kendi kendi de söylenir gibi tekrar  etti.

– Çulluk ölmüştü.” Sayfa 13,14

 

Ve teke avı ;

“Dar boğazın sağından bir dişi göründü, geriden uçları sipsivri, keskin boynuzları pala sırtı gibi parlayan iki teke gözüktü…Koşuyorlar…Dişi durdu…İki rakip de durdu…Dişi; Dönüp bakıyor, dönüp bakıyor…Yan yana giden tekeler karşılıklı vaziyet aldılar…. İkisi de yavaş yavaş geriledi… Ön ayaklarını kaldırarak hücum ediyorlar… Demir topuzla kemik kırılır gibi sert, kuru bir ses …Tekrar gerilediler…Tekrar hücum…Çam dallarındaki buzlar çatlayıp kırılıyorlar…Demir topuz aynı muntazam fasıllarla işliyor…Ağızlardan çıkan beyaz alevler, adeta mavileşti…Boynuzlar birbirine girmiş, alınlar yapışık,ağız, omuz başları,kasıklardan köpük, köpük terler akarak,soluk soluğa,narasız, homurtusuz bir mücadele… Silahsız, hilesiz,yalnız kendi kuvvetine dayanan zorlu,asil bir erkek kavgası…Dişi artık dönüp, dönüp bakmıyor, bu sessiz düellonun sonunu merakla, endişeyle bekliyor…

Kırılan bir boyun çatırtısı… Uçuruma yuvarlanan, ayağı kırılan,kafası çatlayan,kurşunla bile vurulanların bile çıkarmadıkları acı, yanık bir inleme…

…….

Erkek… Kanını dökmeden, düşüp parçalanmadan,canını dişine takmadan, dövüp dövüşmeden dişiye sahip olamıyor.

Dişi… Bir sürü aşığa kıymadan, birbirine kırdırmadan, bin cana kıyılmadan ram olmuyor… Kaçıyor, kaçarken teşvik ediyor… Yalnız kuvvetin, galebenin verdiği hakla meydan da tek başına kalan erkeğe baş eğiyor, sokulup , yaltaklanıyor…”  Sayfa 16,17,18

“(…) Tekeler karakış girince kızarlar… Siyme vakti gelip de boyunlarından, omuz başlarından, kasıklarınsan köpükler akarken vurdun     mu, keyiftir işte… O zaman tüyleri ipek gibi olur, ibrişim gibi parıl, parıl yanar… Büyük bir pöstekinin üzerinde dört kişi namaz kılar.

Kasaba da misafir kaldığımız konağın duvarlarında çakılı, sedirlerinde serili gördüğümüz teke postları kaldırılmış, ortada yoktu.

Ev sahibi.

– Karakış girdiği gece, serpelenmiş deriler de kokmaya başlar, siyme zamanı bitene kadar da kokarlar, dedi. Evin içinde kokudan durulmaz. Dışarı çıkardık, havalandırıyoruz

Konakla ahır arasındaki bir yanı açık sundurmanın kirişlerine asılmış postları ayrı, ayrı koklamaya lüzum yoktu. Sundurmaya çıkan art kapı açıldıkça, ormandaki aynı keskin, kekre şehvet kokusu alt taşlığı kaplıyor, sinirlerimizi gıcıklayarak aynı şiddetle genzimizi yakıyordu.

Sepilenmiş derilerin boyun, omuz, kasık tarafları terlemiş, yapış, yapıştı; Cansız, ölü derisinde bile cinsiyetin ulvi ateşini saklıyor, bu müebbet yangını ne ölüm ne bir şey söndüremiyordu ! …”  Sayfa 18,19

Çulluk, teke?

***

Münevver, Behire, Murat, Piç Hayri aynı tütün fabrikasında çalışmaktadırlar. Aşığı Sofya’nın deyimiyle Murat’ın çelik bakışlı, simsiyah gözlerinin ateşi en hissiz lakayıt gönülleri tutuşturur, uçları kesik, az dolgun kara bıyıklarının hafif gölgelediği kalınca dudakları mukavemet denilen buzdan duvarı ilk temasta eritir. Çapkın, hovarda Murat’la, Münevver’in gönül ilişkisi olmuş ve bu ilişkide kendi deyimiyle şeytana uyan Münevver Murat’ı umutsuzca beklemeye başlamıştır. Murat’ın aklı memleketinde bıraktığı Esma’dadır. o Esma’yı aynı bir Çulluk gibi suyun yanında fildişi, abanoz  tarakla saçlarını tararken görmüş güzelliğine dayanamayarak aynı bir teke gibi kendini ölümüne önüne atmış ancak Esma’yı ürkütüp kaçırmıştır.

Sessiz, uslu, namuslu Münevver bir taraftan fakirlikle diğer taraftan Murat’ın hovardalıkları ve Murat’la daha önce gönül ilişkisi yaşamış olan İşyerindeki arkadaşları Halet, Gözlüklü Hikmet, Sarı Emine, Muhacir Şerife’nin kendisine attığı iftiralarla uğraşmaktadır. Hastadır, Murat’ı aldatmakla ve çalıştığı fabrikadan sigara çalmakla itham edilir. Piç Hayri Murat’ın yakın arkadaşıdır. Toplum tarafından itilmiş ama dürüst ve mert bir gençtir. Kitaptan alındı…

“Tahkir eder gibi “Piç!” diyorlar. Piç demek fena yaratılmış adam demek midir? Damarlarımdaki kimin olduğunu bilmediğim kan, her halde bozuk, soysuz bir kan değilmiş… Senelerce hovarda, bıçkın geçindim, ama ne hapse girdim, ne silah çektim. Poliste resmim, parmak izim yok… Ben de birçokları gibi, azar, tüylenir, köşe başlarını tutar, adam döverdim! … Ben de havaya silah boşaltır, nara atardım! Ben de koltuğumun altında, belimde kırbaçla çaka satardım! … Ben de orospuluktan başka günahları olmayan, zaten talihin tekmesini yemiş zavallı kadınlara musallat olur, evleri haraca kesebilirdim!… Ben de esrar kahvelerini basar, batakhanelerin monosuna ortak çıkardım! …”

Piç Hayri Murat’ın pansiyonundaki Sofya’ya aşıktır, Murat’ın emrivakisiyle onun pansiyonuna taşınır. Halet’in dostu kabadayı Aziz, Murat’la uğraşmaktadır. Murat onu kıstırır bir güzel döver ama olay gazetelere yansıyınca işinden olur, köyüne dönmeye karar verir.

Murat’ın sık, sık Münevvere acıdığını söylemesine rağmen onun için etrafı kasıp kavurmasına, ilacını, doktorunu her ihtiyacını düşünmesine Piç Hayriye bir anlam verememektedir. Nedenini sorduğu zaman Murat şöyle cevap verir:

“Münevverin gülüşüne hiç dikkat ettin mi? Sol gözünü hafifçe kırpıp yanaklarını çukurlaştırarak ne tatlı güler… İşte o anda Münevver gider, yerine başka bir kadın gelir, o kadar değişir… Münevver o zaman Esma’yı öyle andırır, Esma’ya öyle benzer ki…” Sayfa 222

Romanın ikinci kısmında Murat köyündedir, babası onun bağlarına sahip çıkması hayalleri kurarken o bütün zamanını Esma’yı aramakla geçirir. Mert bir insan olmasına rağmen ona ulaşmak için her türlü soysuzluğu yapar, bu yolun onu hırsızlığa, katilliğe götürmesinden korkar. Ancak Esma onu İstanbul’daki maceralarını duymuştur, Murat’a güvenmemekte onun bütün görüşme çabalarını boşuna çıkarmaktadır.

“Murat göğsünü döve, döve ah ediyordu. O kadınları bilirdi, onların şeytanı bile şaşırtan hilelerini çok iyi bilirdi… En masum, en saf, en temiz kız bir kız çocuğunda bile fıtri bir hilekarlık, cinsiyetine has bir zeka vardı. Onlar isteyince ne harikalar yapmazlardı,  onlar isteyince muhale (olmayacak şey)

İmkan mı vermezler di?… Demek ki Esma istemiyordu? Neden? Murat, çok kolay Muvaffak olmaya alışmıştı. Bu istiğna çok ağır geliyordu. Kendinde kuvvetinden şüphe etmeye başlamıştı.”

“Kendi kendine: “Niçin seviyorsun? diye soruyordu. İhtirazı gıcıklayan bir hakaret kamcısı mı? Ruhun da köpekliğe heves mi, arzu mu var? … Murat şikarını kaçıran yırtıcı bir kuş, demir kafesinde hapsedilmiş vahşi bir hayvan gibi çırpınıyordu…” Sayfa 304

Esma’nın hasretine dayanamayan ondan bir türlü kesin cevap alamayan Murat bir gün Esma’nın içinde bulunduğu arabanın yolunu keser

“(…) Esma ihtiyar kadına sokulmuş, titrerken, çarşafını aralayıp bakmaktan kendini alamıyordu.

Bu vücut, erkek vücudu; Bu ses erkek sesiydi… Kadın, kadın olalıdan beri bu vücudun esiri, bu sesin aşıkıydı… Onun için renk diye, şekil diye titremezdi…

Murat Esma’nın kendine baktığını görmemişti, görmüyordu, göremezdi. Çünkü bu bakış, kadının hakiki hisleri, düşünceleri, niyetleri, kararları kadar gizli manalı, esrarlıydı.

Murat, bu bakışları kalbinde hissediyor, ateşini sinirlerinde duyuyordu… Çünkü bunun gözle, kulakla, elle, hareketle bir alakası yoktu… Bu, iki ruhun bir esir* halinde birbirine akmasıydı…”

(* Eskiden ısı,ışık,elektrik gibi güçlerin hareketine yardımcı olduğuna inanılan saydam madde.) Sayfa 251

Esmanın da kendisine ilgisi olduğuna anlayan Murat onu kaçırmaya karar verir ama bu çetrefilli kaçırma planında Esma’yı birden karşısında görüverince ne yapacağını şaşırır ve onu yakaladığı gibi atının üzerine atar.

“Murat Esma’yı bağrına basmış, gözleri dumanlı, vücudu ateşler içinde uçuyor, uçuyordu…”

Kurşunlar Murat’ın çok yakınından geçiyordu. Murat can kaybında değildi. Esma için titriyordu. Onu nasıl saklar, nasıl koruyabilirdi?”

Beyni alev, alev yanıyor, Esma’yı kollarında sıktıkça sıkıyor, Ceylan’ı tekmeliyor, dizginleri sarsıyor, çırpınıyordu…” Sayfa 366,367

“(…) Tam beygirden ineceği zaman ayağında yanık bir sancı duydu. Zahmadan ayağını çıkaramıyordu. Eliyle tutunup ağır, ağır inmek istedi. Sol omuz başı da çekiçle ezilmiş gibi ağrıyordu. Yaralanmış mıydı? … Yere baktı kan lekeleri vardı. Ayağının, omzunun acısını, ağrısını unuttu.

(…) Esma’yı sardığı gocuğu açtı, ellerini tuttu:

– Bir yerin ağrıyor mu kızım?

Esma, cevap vermiyor, fakat kesik, kesik nefes alıyor, dargın gibi, titiz gibi değil aczini anlamış, lakin her şeye rağmen vakarını muhafaza eden, hissiyatını saklamaya lüzum görmeyen izzetinefis sahibi bir esir gibi, gözlerinde kin, nefret yanarak bakıyordu.

Murat bu nazarla küçülmüştü, ne diyeceğini, ona neler söyleyeceğini bilemiyordu (…)

Göz göze bakışıyorlardı… Esma’nın nefesi birdenbire darlaşıvermişti, gözleri büyüdü, hava almak istiyormuş gibi ağzını açtı, elini göğsüne götürdü…

(…) Esma öbür eliyle boğazını tutmuştu, birden nazarlarındaki parıltı sönmeye başladı, Düşüyordu, Murat onu titreye, titreye kollarının arasına aldı. Esma asil bir infialle başını çevirmişti…

(…) Onu böyle ne kadar göğsünde tuttuğunu bilmiyordu, yalnız kollarındaki vücudun harareti azalıyordu…

Murat inanmak istemedi, biraz evvel halsiz, halsiz çarpan yüreçiği duruvermişti. Murat’ın kolları gevşedi, Esma küçük bir külçe gibi düşüverdi.

Esma, ölmüştü…” Sayfa 369

Murat hastanede iki ay sonra gözlerini açar, kolunun omuz kemiği kırılmış, bacağı sakat kalmıştır. Murat’ın babası İnce Efe çok fazla yangındır. Ona göre Murat Genç çağında, hayat safından çıkarılmış, çürük bir et parçası, bir kemik külçesi gibi atılıvermişti…

“Murat’ın sert çizgili çehresindeki hatlar bozulmuş, manaları değişmişti. Kırmızı kalın dudakları kuruyarak sararmış bir kan pıhtısına benziyordu.” Sayfa 371

Doktorların hayatından bile umut kestiği Murat hastaneden çıkar ama çolak ve topaldır. Esma’yı kaçırma gününü, neler yaşadıklarını hatırlamaz. Murat hastanedeyken İstanbul’dan bir sürü mektup gelmiştir. Ondan umudu kesen Münevver iş yerinde Murat’la ilişkisini bildiği halde kendisini isteten Bekir’le evlenmiş, Piç Hayri ve Sofya güzel bir ilişki yaşamaya başlamıştır. Piç Hayri mektubunda Esma’dan bahsedince birden Murat’ın gözünün önündeki sis kalkar.

“Elini alnından geçirdi. Dimağının içinde birdenbire bir tel, bir damar çatlamış açılmış gibiydi.Ayağa kalktı, şaşkın,şaşkın bakındı…

Evet…Esma? O, ne olmuştu?”

Bu soruya cevap vermek ne kadar zor olsa da, en sonunda babası gerçeği söyler ama Murat mezarını gördüğü halde Esma’nın öldüğüne inanmaz.

“Onu, kefene sarmışlardı! Bu da ne kadar yalandı! Murat damarlarında, sinirlerinde hala onun vücudunun ılıklığını duyuyor, cildinin kokusu bütün mesamatına işliyor, dağılıyordu.

Esma’yı gömmüşler…Onun gözleri hala bakar,vücudunun harareti hala yanarken, gömüldü demek, feci bir yalan, ne cinnetti!…” Sayfa  378

Tüm bunlara rağmen Murat İstanbul’dan gelen mektupları tekrar, tekrar okumakta, Fabrika, makine homurtuları, tefrikhanenin önünde geçerken duyduğu kahkahalar kulaklarından gitmemektedir. Sevip sevmediği bütün kadınlar en çirkinleri bile gözünde tüter. Hem Esma hatırlatan her şeylerden kurtulmak hem İstanbul’da bir vehim dünyasına dalıp avunmak için tekrar çalışmaya karar verir ve karlı bir kış akşamında annesi babasıyla vedalaşarak İstanbul’a gitmek için yola çıkar.

“Akşam yemeğinden sonra İnce Efe Osman Ağa karısına seslendi:

-Yahu takvime baktım, bu gece karakış geliyor… Sen teke postlarını sundurmaya çıkar, havalansınlar… Siyme zamanı ya kokmaya başladılar…”  Sayfa 380

Şennur Sezer’in  “Merhaba Sayın Mahmut Yesari” yazısından alındı,

“Onu yolculayan babası, eşine teke postlarını sundurmaya çıkarmasını söyler, keçilerin çiftleşme zamanı gelmiş, deriler kokmaya başlamıştır. Okur, kitabın başındaki görüntüyü anımsayacak: “Bir teke, kırık sağ ön ayağı paçavra gibi sallanarak sürüyü takip ediyor” sakatlansa da dişiyi izlemekten caymayan keçinin görüntüsüyle, fabrikada zamanında burun büktüğü kadınları özleyen Murat’ın görüntüsü birleşecektir. Sevdiği kızın ölüşünü görmesi, kolunun ve bacağının sakat kalması onu yaşamaktan alakoymayacaktır.

Çünkü çiftleşme zamanında ölü keçi derileri bile yeniden yaşama döner.”

Romanın için de o kadar birbiriyle iç içe geçmiş şeyler var ki, buraya kadar sadece Mahmut Yesari için cinselliğin öneminden, Kadınlar arasındaki rekabetten, akla dayanan ilişkilerden (Münevver’le Bekir’in evlenmesi, Piç Hayri ile Sofya’nın ilişkisi gibi), erkekler arasında aşkın cinsellikten daha az dayanıklı bir duygu olmasından bahsettik.

Oysa 1927 yılında basılan roman ağırlıklı olarak çalışma yaşamı etrafında dönmese de fabrika işçilerinin gündelik yaşamlarına, ve o zamanın çalışma şartlarına ilişkin ilk eser olarak kabul edilir. Çulluk kadın işçileri yoğun olduğu Cibali tütün fabrikasında geçer. Çalışanların Sadece fabrika ki hayatları değil fabrika dışındaki yaşamları da aktarılmıştır. Çalışma ortamların da ve yaşamlarında büyük bir sefalet vardır.

“Lokantaya girdiler. Burası kirli, çıplak duvarlı büyük bir odaydı. Döşeme tahtaları yağ lekeleriyle yer, yer parlıyordu.(..)”

“(…) Tezgahın solundaki umumi medhale çıkan kapının önünde; gözlerinin kenarları kırış, kırış, soluk dudaklı, saçları boyalı, gülünce dipleri küf tutmuş gibi yeşil yeşil kırık dişleri görünen bir kadın duruyordu.

Fabrikanın sofalarından merdivenlerine, avlusundan odalarına kadar her tarafı kaplayan tütün tozu bulutları burada daha az kesif, daha az göze çarpıyordu. Fakat hava da keskin bir tütün kokusu vardı.”

“(…)

–          Köfte çok güzel olmuş… Bir tane ye…

–          Israr etme!

–          Akşama kadar ayakta çalışacaksın bayılırsın Alimallah…

–          Münevver halsiz, halsiz gülümsedi:

–          Ömrümde ilk deha mı aç kalıyorum… İştahım varken günlerce aç kaldık tı, bir şey olmadım, ne bayıldım, ne de öldüm… İnsan, taştan sağlam…” Sayfa 25, 26, 27

“Ayşe hanım; İskelet parmaklı, titrek elleriyle soluk nefti alpaka yeldirmesinin önlerini kovuşturuyordu.

-Sorma kızım Halil’im  yine sancılandı.

(…) Anası dikkat etti, bana; “Anne çocuk irkile irkile ağlıyor… Karnından sancılandı galiba” dedi.(..) Cemile hanım bana “ Çocuk sancılanınca bir soğan al, ince bir dilim kes, külde ısıt, çocuğun göbeğine koy. Lahzada sancıyı keser” demişti.

Münevver nazarlarıyla annesinden soruyordu, Huriye hanım:

-Evet dedi. Hiç düşünme, yap.

Fakat Ayşe hanım tereddütle duruyordu, yutkundu, diliyle dudaklarını yaladı:

-Vallahi Huriyeciğim, yapacağım ama…Bizim soğanımız bitmiş, sana gelişim de ondan.. Bana bir soğancık ödünç verir misin? Alınca en iyilerinden seçer veririm…

Münevver annesinin cevabını beklemeden dönmüş, odaya girerek kerevetin altından çektiği sepetten iri bir soğan almıştı, süratle Ayşe hanım’a uzattı.

-Al Ayşe hanımcığım.

İhtiyar kadın, çok kıymetli, nefis, ender bir şey bulmuş gibi soğanı hırsla, hararetle kaptı:

-Allah gönlüne göre versin, kızım!

Soluk dudakları arasından anlaşılmaz dualar mırıldandı, soğanı tuttuğu elini sıkı, sıkı göğsüne bastırarak, terliklerini sürüye, sürüye uzaklaştı.” Sayfa 36

“  -Ah Behireciğim, hastalığımda çok para gitti.. Sandıktaki çevrelerden tut da, başımızın altındaki yastığa kadar sattık…İlaç ateş pahasına.Felaket bir değil ki…Kardeşim işe gitmiyor. Her yer kurudu… Murat üç, beş yardım etti. Onun da, aldığı bulduğu ne zaten…Hoş onun  kendi insaniyeti, yoksa ben on para istemem.

-Bilmez miyim kardeş?

Doktorların söylediklerini bir duymuş olsan… İnsan iyice düşünse ağlar… Ben artık sinirden gülüyorum… Et suları, yumurtalar,sütler, tereyağları, neler…Sade suya pirinç çorbasına, tat versin diye, maydanoz kökü atıyoruz.yağ yok ki…İkinci ekmeği alamıyoruz da, bayat pazarından takır takır kurumuş ekmek arıyoruz.Doktorlar pişkin has fırıncala ye diyorlar…

Behire:

-Hıh, dedi. Tok açın halinde ne anlar?”  Sayfa 114

(Fabrikanın lokantasında)

“Getirdiği iki dilim ekmeğin birini bile yiyememişti, üç parça palamutun ikisi de duruyordu. Yemeği tekrar sarıp götürmeye üşeniyordu.

Tam karşısında oturan toz pembe başörtülü bir genç kız, avuçlarında sıkarak kırdığı kaba soğanı tuza batırarak gözleri sulana, sulana yiyordu.

Bu kız gençti, güzeldi. Fakat çizgisiz yüzünde öyle bir aç yorgunluğu vardı ki, onun gençliğini, güzelliğini soldurmuştu.” Sayfa 118

(Fabrikanın lokantasında)

“Şumnulu Hacer şiddetle dönmüştü. Sol dirseğini masaya, sağ elini kalçasına dayadı:

-Irzımı satarsam, dilenci olmam, değil mi? Hanım olurum? Sizin gibi yok benim etimi, ekmeğimi getiren oynaşım…

Şerife, yumruklarını sıkarak kalktı:

-Sen kime söylüyorsun bakayım? İki parmağımla çürük  salaşpur yırtar gibi , ağzını yırtarım senin…

Halet de doğrulmuştu.

-Yüzüne bakan yok da hasetinden çatlıyorsun. Karı, karı…Aleme çirkef atacağına Allah’la kavga et.

Hacer, sesi kısılarak haykırdı:

-Sen sus yırtık karı…Bilirim senin ne mal olduğunu…Bilmem  mi, Kasımpaşa iskelesinde şoför dostundan dayak yerken gördüm, diye düşman olduğunu?..

Halet yüzü mosmor Hacer’in üzerine atlayacak gibiydi:

-Susturun şu kaltağı… Vallahi saçını başını didik, didik yolacağım şimdi…Uyuz dilenci…” Sayfa 120

“Fabrikadan çıkacak işçilerin akşam muayenesi daha bitmemiş, iç avlu kalabalıktı. Ceplerini, çantalarını,paketlerini, çıkınlarını açıp mubassıra gösteren amele, kapıdan çıkıyordu.. Sırası gelince Münevver de yaklaşmıştı.

Mubassır, Münevver’e muhlis bir tebessümle iltifat etti.

–          Nasılsınız Münevver hanım?

–          Teşekkür ederim, efendim.

Münevver de aynı nezaketle gülümsüyor, mantosunun ceplerini çeviriyor, kadın mubassır da onun eteğini, gömleğini eliyle yokluyordu.” Sayfa 132

“Münevver :

-Kavga ettin diye mi seni fabrikadan çıkardılar? Bundan fabrikaya ne?

Murat Münevver’in dizine fiskeler vuruyordu:

– Fabrika da tulumbacı koğuşu değil ya kızım… Dostlar eksik olmasınlar, gazeteyi renkli kalemle yazıp Müdüre göndermişler…” Sayfa 219

Çulluk Cevdet Kudret tarafından şöyle değerlendirilir:

“Eser o devirde 1927 hemen hiç değinilmeyen fabrika ve pek az değinilen köy çevrelerini ele alması bakımından dikkate değer. Dönemin tütün tekeli olan Reji’deki yaşama koşullarının, makinelerinin, sosyal güvenlikten yoksun işçilerin sağlık sorunlarının ayrıntılı bir biçimde anlatıldığı Çulluk’ta basımevlerinin çocuk işçileri de işlenir. Ciltçilerin yanında çalışan bu çocuklar, kendileri ya da yakınları hak aradığı zaman  tümüyle işsiz kalmaktadır. Asıl iş sorumlusu ustalar bu çocukları diledikleri saatlerde, diledikleri ücretle çalıştırmaktadırlar. Bu durum aynı sağlıksız koşullarda çalışan tütün fabrikası işçileriyle karşılaştırıldığında kuralları belli, küçükte olsa bir dayanışma sandığı olan fabrikadan daha büyük bir sömürü ortamı yaratmaktadır.”

“Açılmamış kağıt bobinlerinin arasından geçip kahveci çırağının tarif ettiği kapıdan başlarını eğerek girdiler. Burası karanlık, rutubetli, eczalı mürekkep kokan bir bodrumdu. Ortada üstü örtülü büyük bir rotatif tab makinası, ileride kurşun eriten ocak, karşısında bir istrotipi kalıbı duruyordu. Bu adadan sonra sağdan bir ikinci kapıdan geçtiler. Eczalı mürekkep kokusu bu odada daha keskin duyuluyordu. Köşe de kollu bir makine tecrübe için ağır, ağır işliyordu.

(…) Murat ayaklarının ucuna bakarak bastı. Kırmacı İshak efendi, forma yığınlarının arasında çalışıyordu, Küçük Tevfik onun gölgesinde kaybolmuştu.” Sayfa 92

 

“-Tevfik… Bugün işe gitmedin mi?

Tevfik, mintanının yeniyle burnunu siliyordu:

-Gitmedim.

Huriye hanım, çocuğu tutarak sarstı.

-İshak efendi  gelip almadı sen de oyuna daldın!… İshak efendi ayağına mı gelsin istiyorsun? Hınzır seni… Bir başına yedi mahalleyi dolaşıp iti köpeği birbirine düşürüyorsun. İshak efendi’nin evine gitmeye mi üşendin? Yezit kafir!…

Tevfik,yanaklarında şaklayacak tokada kolunu siper etmeye çalışıyordu:

-Dur anneciğim, söyleyeyim. İshak efendinin evine gittim.

Münevver Tevfik’i annesinin elinden kurtardı.

-Çocuğu hırpalama … Söylesin bir kere bakalım.

-Söyleyeyim ablacığım… İshak efendiyi öğleye kadar bekledim, gelmedi… Evinin sokağını dönerken İshak efendiye rast geldim. “usta, bugün iş yok mu? “ dedim.”Var ama, sana iş yok” dedi.” Neden iş yokmuş? “ dedim. Bir tokat gösterdi “git işine, canının yakmayayım” dedi.

Huriye hanım yumruğunu salladı

-Kimbilir ne haylazlık ettin de herif seni işe götürmüyor.

-Vallahi bir şeycikler yapmadım, anne!

-Öyledir de İshak efendi seni niye istemiyor? Hiç yoktan kızıp hiddetlenmek için bu adan aklını mı kaçırdı.?

– Hani geçen gün Murat ağabeyim beni matbaadan almaya gelmişti ya? O gün, işini yarım bıraktım diye, usta kızmıştı, gündeliğimi vermek istemedi. Murat ağabeyimde çıkışmıştı.” Sayfa 110

Bir makalesinde şöyle der Mahmut Yesari; “Roman yazmak için, evvela görmek lazımdır. Hayatı, insanlar ve tabiatı inceleyerek görmek” (…)

“Murat, sabahleyin perdeyi aralayıp da gökyüzünü bulutlarla kaplanmış görünce kalbine oklar saplanmıştı. Fakat ortalık epeyce aydınlanınca gökyüzünün kırçıllığı açılmış, bulutlar beyaz koyun sürüleri gibi cenuba doğru akmaya başlamışlardı.” Sayfa 347

Çulluğu yazmak İçin Mahmut Yesari’nin bir süre Cibali’de çalıştığı söylenir. Romandaki pek çok ayrıntı bu söylentiyi doğrular.

Daha önce pek az değinilen köy yaşamı ile ilgili alıntılara gelince;

“(…) Lakin köyün bunaltıcı havası gergin sinirlerini büsbütün gerip koparacak yerde uyuşturmuş, çevik atılgan, dinç adamı, cüzamlı hasta haline koyuvermişti…” Sayfa 300

(Köyün kahvesi)

“-          Merhaba Çavuş!

–          Hoşgeldin…

–          Merhaba… Merhaba…

– Murat her selamı ayrı, ayrı iade ettikten sonra imam efendinin müstesna bir iltifat eseri olarak kendi yanında gösterdiği yere oturdu. Selamlar yeniden başlamıştı. Murat yine gülerek hatır sorarak her selama mukabele ediyordu. Teşrifat bitince yarı bırakılan kahveler, cigaralar tekrar ele alındı, uyuyanlar, tekrar uykuya daldılar…”  Sayfa 244

“Murat hacı Kadir’in öteden beri kirli işlerle uğraştığını bilirdi. Fakat hiçbir zaman ön safta, ilk planda durmazdı. Hacılık, hafızlık onun hakiki çehresini örten nikaplardı (Örtülerdi). Daima başkalarını işe koşar, çalıştırır, vuracağını vurur, alacağını alır, sanki hiçbir şey yapmamış gibi, elini kire bulaştırmamış gibi masum, pak, saf görünürdü.” Sayfa 237

“İnce Efe Osman Ağa ( Murat’ın babası) hala dinç, hala çevik, hala efe, hala erkekti! Murat onun karşısında küçülüyor, miskinleşiyor,pısırıklaşıyor, bir çocuk gibi titriyordu.Onu İstanbul’da böyle korkak, ürkek, toy görselerdi, kim bilir ne kadar şaşarlardı!…

(…) İstanbul’da rakıyı bırakmıştı. Fakat köyün ıssızlığı, renksizliği, arkadaşsızlık onu bunaltmış, kendi köyünde doğduğu büyüdüğü yerde iken, yüreğine, acayip anlaşılmaz bir daüssıla hüznü çökmüştü.”

(…) Köye geldiğinden beri ahlakı da değişmişti. Murat o ana kadar yalan söylediğini, her ne için olursa olsun, yalan söylemek mecburiyeti hissettiğini hatırlamıyordu. Şimdi hemen herkese yalan söylüyordu.” Sayfa 242

“-Ana her ne için olursa olsun hep “Ağa bilir, o ne derse o olur!” diyorsun…Acaba senin de bir dediğin olmaz mı? Sen bir istediğini yaptıramaz mısın?

Fatma hanım için bu sualin cevabı bile muammaydı:

-Kadının ne diyeceği olur ki…Kadın ne ister ki oğul?

Murat annesine merhametle bakıyordu.

-Kadının da diyeceği, isteyeceği şeyler vardır ana…

Fatma hanım da oğluna aynı merhametle bakmıştı:

-Bu kadarına aklım ermez oğul…

Ne oğlu anayı, ne de ana oğlu anlayabilirdi… Sustular.” Sayfa 319

 

Mahmut Yesari’nin Çulluk adlı romanını okuduktan sonra bir süre o zamanın Cibali tütün fabrikasında yaşadım sanki. Mahmut Yesari romanında yer betimlemelerine fazla yer vermemesine rağmen olayları anlatırken her kesimdeki insanların o kadar iyi  kendisini ifade etmesini sağlamış ki, sanki bu insanlar etrafınızda dolaşıyorlar, fark ettirmeden onlarla birlikte yaşıyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Roman da o kadar çok şey var ki;  Çok büyük bir aşk, üzerinden 85 yıl geçmesine rağmen değişmeyen kadın, erkek ilişkileri, köy hayatı, aile ilişkileri, ailenin çıkarlarıyla bireylerin çıkarlarının çatışması, toplumda her şeye rağmen erdemli yaşamaya çalışanlarla, her türlü pisliği kendine erdem sayanlar, sadece bahsedilmeyen, muhteşem kurgularla yüreğinizin en derinlerinde hissedilen fakirlik, çaresizlikle boyun eğilen  yokluk, özellikle çocuklar için sadece sömürü üzerine kurulmuş çalışma şartları…

Peki, onca yıldan sonra şimdi neredeyiz?… Ufak değişikliklerle aynı yerde!

4 thoughts on “Çulluk”

  1. NEŞE AKSOY said:

    Bu kitabı satın almak istiyorum ancak hiçbir yerde bulamadım. Nerede bulacağıma dair bilgi verebilir misiniz? iyi çalışmalar..

  2. Pazartesi günü Saat 14.00- 16.00 arası Koşuyolu Mahalle Evi’ne gelebilirseniz size yardımcı olabiliriz. Kitaplığımızdaki kitaptan sizin için bir fotokopi sağlanabilir.

  3. NEŞE AKSOY said:

    Hafta sonu gelme imkanım olur mu? öğretmen olduğum için hafta içi çalışıyorum..

Yorum bırakın